Ruhu Anlatmak Olanaklı Mı?

”Ruhu anlatmak olanaklı mı?”
(Lermontov, Hançer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 114)

Hiç kendinizi başkalarına açıklayamayacağınızı hissettiğiniz bir durum oldu mu? Eğer olduysa ve ”kendimizi başkalarına anlatamama” durumunu biraz olsun kavradıysanız, üzerine düşündüyseniz, bu durumun ne kadar mühim olduğunu fark etmişsinizdir. İnsan biyolojik olduğu kadar toplumsal ve psikolojik bir varlık olduğundan başkalarıyla iletişiminin ne kadar kuvvetli olduğu önemlidir. Fakat insanlar bizi ne kadar anlar ya da ne kadar anlamaya çalışır? Onlar bizi anlayabilirler mi? Bunları kendimize sormak önemlidir, çünkü insan, her an başkalarıyla iletişim halindedir ve her an düşünce aktarımı yapar. İnsan, her an bir şeyler belirtir ve başkalarının anlamasını ister, ama diğerleri bizi anlamaz, sadece anladığını sanır. Biz bile çoğu zaman kendimizi anlamayız, hatta kendimizi bile anlamaya çalışmayız, o zaman başkaları nasıl bizi anlasın ki? Ruhu anlatmak tamamıyla olanaksızdır, dil, sınırlı işlevleri olan sınırlı bir araçtır. İnsan başkalarına kendisini anlatamaz.

Mutlaka ”Nasıl anlatamaz?” diye soracakınız, hemen cevaplayayım: Duvarla ayrılmış iki oda düşünün ve iki ayrı odada da iki farklı insan olsun; dışarıdan birine (sadece onun duyacağı şekide) ”Size salatalık getiriyorum” densin, sanki ikisine de salatalık vereceklermiş gibi, ve ona salatalık verilsin. Diğerine de (sadece onun duyacağı şekilde) ”Size havuç getiriyorum” densin, sanki ikisine de havuç vereceklermiş gibi, ve ona da havuç verilsin. O insanlardan biri diğerinin de salatalık yediğini, bir diğeri de ikisinin havuç yediğini sanır. İnsanlar da buna benzer. Eğer kendisi havuç yiyorsa, ya da herhangi bir gün havuç yemişse, başkaları da sanki havuç yiyormuş gibi davranır, halbuki yüzlerce meyve ve sebze vardır!

Ayrıca eşekten düşenin halini eşekten düşen de anlamaz. Çünkü düşünceler virüsler gibidir, virüs aynı virüstür fakat milyonlarca tipi vardır; bir insanın eşekten düşme tipi, başka bir insanın eşekten düşme tipine uymaz.

İnsan ne için konuşur? Ya birine düşüncelerini dikte etmek için, ya öneri vermek için, ya can sıkıntısını gidermek için, ya da düşüncelerini savunmak ve belirtmek için… İnsanın düşünceleri karmakarışıktır. Tıpkı hayattaki konumumuz ve fikirlerimizin dış etkenlere bağlı olması gibi, düşüncelerimiz de ruhumuza bağlıdır. Ruhumuz dalgalanırsa, düşüncelerimiz de dalgalanır ve değişir; insanın bir konu hakkındaki düşüncesi, bir günde, birçok değişikliğe uğrar. İnsanlar bu değişikliği anlamaz, hatta insanın kendisi bile bazen anlamaz. Çünkü ruhu anlatmak zor ve olanaksızdır. Her insan başkalarının söylediklerini kendi bildiği gibi algılar, ona söyleyenin bakış açısıyla bakmaz, dolayısıyla ona söylenilen şey, bambaşka bir hal alır. Düşünce adeta başkalaşım geçirir.

”Fakat neyi anlatabilirdim, kime anlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz,”¹ der Ahmet Hamdi Tanpınar. Bu, eşsiz bir alıntıdır ve benim de anlatmak istediğim konuyu çok hoş özetler. İnsan insanla konuşamaz, çünkü insan dille konuşur. Dilin bir önemi yoktur, önemli olan ruhtur, insan ruhtan oluşur, onun ana maddesi odur. İşte insan, ruhunu başkalarına dile getiremez ve böylece sözleri hep yarım kalır, boğazına tıkılır. İnsan, böylece kendini başkalarına anlatamayacağını hisseder ve büyük bir boşluğa sürüklenir, yapayalnız olduğunu hisseder.

Gerçekten de birey 7.6 milyar insanın içerisinde yapayalnızdır, bunu anlayınca büyük bir travma geçirir, çünkü dünyada onu anlayacak kimse yoktur! Düşünsenize, hayatınıza yüzlerce insan girip çıkıyor ve o insanlar sizi anlamıyor, hatta anlamaya çalışmıyorlar bile; bu, insan olmanın trajedisidir. İnsan, bunu kavradığında büyük bir boşluğa sürüklenir, amansız bir umutsuzluğa düşer. Diyaloglarında bile çok mesafeli davranır, bunu fark ettiğinde, ve hayattan soğur. Konuşurken sözcükleri onu zehirliyordur, çünkü ”kelimeler kifayetsizdir”, onların hiçbir anlamı yoktur!

Bunun için ben her zaman derim ki ”insanı anlamak” diye bir şey yoktur, ”insanı anlamaya çalışmak” diye bir şey vardır. Olay da budur: anlamaya çalışmak. Eğer bir insan başka bir insanın düşüncelerine değer veriyor da onun düşüncelerini zihin süzgecinden geçirip, anlamaya çalışıyorsa, o ilişki, kuvvetli ve sağlıklı bir ilişkidir. Çünkü başkalarını ”anlamaya çalışmak” ilişkinin kilit noktasıdır. Empati yaparken de bunu deneriz, başkalarının yerindeymiş gibi onları ”anlamaya çalışırız.” Ama başkalarını anlama kapasitemiz çok sınırlıdır, çünkü insan ruhu o kadar karmaşıktır ki! Fakat eğer insan başkasını ”anlamaya çalışırsa”, o insan gerçekten ”anlamaya çalıştığı” insana ve düşüncelerine değer veriyor demektir, önemli olan da budur.

Fakat ülkemizde ve genel olarak tüm dünyada, başkalarını dinleme ve ”anlamaya çalışma” isteği çok azdır. Bunun ilk sebebi, insanların sadece kendi bilgilerine güvenmeleri ve başka insanların tecrübelerine önem vermemeleridir. ”Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir şeye yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır,”² der Ahmet Hamdi Tanpınar ”dinleme” konusunda. İkinci sebebiyse insanın herkesi anlayabileceğini düşünmesidir. Bu konuda düşünmemişlerdir; çünkü başkaları tarafından anlaşılamayacağı duygusunu hissetmemişlerdir. Bu her ne kadar yanlış bir bakış açısı olsa da, onları suçlamak olmaz. Çünkü insan, kendisini, başkalarının anladığını hissetme ihtiyacı duyar. Onun için ”dertleşmek” önemlidir ve eğer başkaları onu anlamayacaksa neden dertleşecektir ki? Kendi iç dünyasına gömülmeye de hazır olmadığı için, eğer bunu bir anda fark ederse, hastalanabilir. Çünkü ruh dünyasında oluşacak bir devinime hazır değildir.

”Bir insanın kafasında doğan dahice veya yeni her düşüncede, hatta ciddi her düşüncede, onu anlatmak için ciltlerce kitap yazsa, otuz beş yıl sözlü olarak anlatmaya çalışsa yine de kafasından bir türlü dışarı çıkmayan, ömür boyu içinde kalacak, başkalarına anlatamayacağı bir şeyler her zaman vardır. Böylece belki de en önemli düşüncelerini, düşüncelerinin o bölümlerini tam olarak kimseye anlatamadan ölür,”³ der Dostoyevski. O büyük ruh bilimci de fark etmiştir bunu; hatta yaşamının son yıllarına doğru toplumdan daha izole bir yaşam sürmüştür. Dostoyevski ”otuz beş yıl sözlü olarak anlatmaya çalışsa yine de anlatamayacağı şeyler olur” der. Burada dilin ne kadar cılız ve diyalogların ne kadar yetersiz olduğunu anlatmaya çalışır. Çünkü önemli olan ruhtur, ruhu anlatmak olanaksızdır, ve bize ruhu belki de en yalın olarak açıklayan yazar Dostoyevski’dir. Kim bilir Galileo’nun, Newton’un, Copernicus’un, Gauss’un ve Dostoyevski’nin ruhunda açıklanmamış, açıklanamayacak ne kadar şey vardır!

Dilin cılızlığının en aza indirgendiği zaman, şüphesiz yazı yazdığımız zamandır. Yazıyla insan, ruhunu başkalarına daha anlaşılabilir aktarır, denemeler bunun için vardır: insanın düşüncelerinin ve ruhunun en yalın halini görmek için. Ben edebiyatı en çok bu yüzden seviyorum. Edebiyat, ruhu anlatır, anlatılması zor olanı amaçlar. Onun amacı anlatılması basit olan, görünen şeyleri anlatmak değildir, onun amacı ruhtur. Dostoyevski, Tolstoy, Shakespeare, Victor Hugo ve daha birçok yazar ruhu anlatır, onları özel yapan da budur. Ayrıca, kurgu oluşturup yazanlar, insanlar kendi çektikleri acıları anlamadığı için, onlar anlasın diye, karakterlerine aynı acıları çektirip, okurun anlamasını bekler. Edebiyatın bir diğer önemli işlevi de budur.

Gogol, şu muhteşem alıntıyla okurlarına yakınır: ”Hayır artık dayanacak gücüm kalmadı. Tanrım! Neler yapıyorlar bana! Kafama buzlu sular akıtıyorlar! Beni dinlemiyorlar, neler çektiğimi görmüyorlar. Ne yaptım ben onlara? Niçin çektiriyorlar bana bütün bu acıları?”⁴ Bu alıntı, insanlığın çektiği tüm ”anlaşılmama” sıkıntısını belirtir. Gogol mizahı, yergileri ve eleştirileri halk tarafından anlaşılmayan bir insandı; bu yüzden de, alıntıda gördüğümüz gibi, tüm insanlığa öykünür ”Beni anlamıyorsunuz,” diye. Ve gerçekten de, usta bir yazarın ya da sıradan bir insanın kimsenin kendini ”anlayamayacağını” fark etmesi çok acı verici bir şeydir. Ben de bu alıntıda Gogol’ün ruh halini hissettim, en azından hissetmeye çalıştım.

Ayrıca bu alıntı, suçsuz, akıllı ve kendilerini kimsenin dinlemediği, kimsenin keşfetmediği insanları çok güzel vurguluyor: ”Beni dinlemiyorlar, neler çektiğimi görmüyorlar. Ne yaptım ben onlara?” Toplumdan dışlanmış bir insan var burada, topluma öykünüyor ve kendi acısıyla baş başa kalmanın rahatsız edici dürtüsünü yaşıyor; acıyı eşsiz bir şekilde vurgulayan bir alıntı bu, şüphesiz, eşsiz bir alıntı.

Bu konuda, bir oyun da ”insanın anlaşılmaması” durumunda eşsiz bir nitelik taşır: Moliére’in George Dandin’i. George Dandin yanlış bir evlilik yapmıştır. O alt sınıftandır ve karısı üst sınıftandır, karısıyla bu yüzden evlenmiştir. Fakat evlendikten sonra, karısıyla araları açılır, sınıf farkları hep yüzüne çarpılır. Karısı onu sevmez ve hep aldatır. George Dandin de bu ”aldatma”ları eşinin ailesine kanıtlamaya çalışır. Ama kadın öyle kurnaz, kendisi de o kadar etkisizdir ki, hiçbir şey açıklayamaz eşinin ailesine. Hatta George Dandin, gerçeği açıklamak istediği için, sırf başkaları onu ”anlamadığı” için, azar yer. Bu sefer kendine kızar ”Ah George Dandin, ah!” diye. Ne yapsa, ne kadar didinse boştur, çünkü onu kimse anlamaz, anlamaya da çalışmaz; kimse kendine ”Şu George Dandin neden bu kadar uğraşıyor bunun için?” diye sormaz, herkes duruma göre ”yargılar” insanları.

Ve George Dandin, şu muhteşem tiradıyla, insanın anlaşılmama durumunu açıklar: ”Ağzımı bile açmayacağım, çünkü ne desem boş.”⁵ Tüm insanlık George Dandin gibidir, başkalarına ne dese boştur, çünkü onlar kendi algılarına göre düşünceyi şekillendirir, sizin bakış açınıza göre değil. O, başkalarına eşinin onu aldattığını anlatamaz; hep başka bir şey çıkar ve yanlış anlanır. Sizin de böyle bir durumunuz olmamış mıdır? Hiç başka bir şey anlatmaya çalışırken yanlış anlaşılmadınız mı? İnsan da, her durumda, tıpkı George Dandin gibi, yanlış anlaşılır. İnsanın yanlış anlaşılmadığı durumlar sadece karşıdakinin konuşanı ”anladığını sandığı” durumlardan ibarettir. İnsan, bu durumu anladıktan sonra, şu isyanı eder: ”Ah, ah! Bitti, vazgeçtim artık, çaresi yok bu işin.”⁶ Gerçekten de bu işin çaresi yoktur. İnsan için oyunun sonu, ölümle gerçekleşir ve tıpkı George Dandin gibi, oyunun sonunda kendini başkalarına anlatamadan ölür: ”Belki yarın öleceğim!.. Dünyada beni tam olarak anlamış hiçbir yaratık kalmayacak.”⁷

Siz hiç düşündünüz mü, ”Neden filozoflar bu kadar karışık ve anlaşılmaz yazıyor?” diye? Çünkü Hegel’in de, Kant’ın da, Leibniz’in de amacı ruhlarını açığa vurmaktır. Dil cılız kaldığı için, ruhlarını açığa vurmak bu kadar zor ve komplike olur. Onlar, düşüncelerini başkalarına anlatmaya çalışırlar, ama bu ”anlatma” kolay olmaz, çünkü dili en verimli ve aynı zamanda en ağır şekilde kullanırlar, bu yüzden de ortaya ”karışık ve anlaşılması zor” metin çıkar. Anlatılmak istenen bir düşünceyi, ruhun bir parçasını dille anlatmak ve yansıtmak hiç kolay değildir, onlar da bunu amaçlar.

”Bilinç dışına itimi gerçekleştiren ruhsal güçlerin, hastanın dirilişinde kendini açığa vurduğu kanısına vararak bundan böyle de direniş faktörünü, ortaya koyduğu kuramın temel direklerinden biri yapmış, normalde her türlü bahaneden yararlanılarak bir kenara kaldırıp atılmaya çalışılan çağrışımları ise, bilinç dışına itilmiş ruhsal malzemelerden kaynaklanmış ürünler, yeniden diriltimlerine karşı hastanın direnişinden ötürü ilgili malzemenin bir başka kılıkta görünümleri diye bakmıştır.”⁸

Yani insanlar, birbirlerini anlamazlar, anlayamazlar; önemli olan anlamaya çalışmaktır fakat insanlar onu da yapmazlar. İnsan, ”yapayalnız”dır gerçekten. Bunu hissetmek ona acı verir, acı verse de bu bir gerçektir. En azından insan, onu ”anlamaya çalışan” birini bulmalıdır hayatında; çünkü hayat gelip geçicidir. Çoğu insan başkalarını sadece yargılar, anlamaya çalışmaz. Bu insan türü tehlikeli ve bulaşıcı bir türdür. ”Yargılamaktan sakın; hepimiz günahkârız,”⁹ der Shakespeare. İnsan kimseyi yargılamamalı, düşüncelerine değer verdiği insanı ”anlamaya çalışmalı.” İnsanın en önemli vazifelerinden biri budur. Çünkü ”ruhu anlatmak olanaksızdır” ve ruhu anlamak da bir o kadar uğraştırıcıdır… Peki sizin düşüncelerinize önem veren ve onları anlamaya çalışan bir insan var mı? Ya da siz birini anlamaya çalışıyor musunuz, yoksa hemen hüküm mü veriyorsunuz? Size tavsiyem, arkanıza yaslanın, bu konuyu ayrıntılı bir şekilde düşünün, beni ve kendinizi biraz olsun anlamaya çalışın…

KAYNAKÇA

¹(Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, s. 112)

²(Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, s. 47)

³(Dostoyevski, Budala, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 500)

⁴(Gogol, Bir Delinin Anı Defteri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 208)

⁵(Moliére, George Dandin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 42)

⁶(Moliére, George Dandin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 65)

⁷(Lermontov, Zamanımızın Bir Kahramanı, Can Yayınları, s. 156)

⁸(Sigmund Freud, Psikanaliz Üzerine, Cem Yayınevi, s. 10)

⁹(Shakespeare, Kral VI. Henry – 2. bölüm, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 85)

Ahmet Yasin Kaya (wisefeanor) tarafından yayımlandı

Edebiyat, felsefe, sinema ve müzik hakkında yazılar.

Birisi “Ruhu Anlatmak Olanaklı Mı?” üzerinde düşündü

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın